Yazılarım

Kelebeğin Dansı

Hayatta bazen zorlu, bir o kadar da farkındalıklı dönemlerden geçer insan. Dışarda olan her şeyse kendi yarattığı illüzyonunun birer parçasıdır.  Günün sonunda ise, kendi kendiyle  hep yüz yüzedir insan. Olaylarda, durumlarda, kişilerde, duygularda kendini okumak ve kendi gerçeğine bir adım daha yaklaşmaktan ibarettir hayat. Hiç değişmeyen, şimdiye kadar hep var olmuş ve var olacak olan gerçekliğin…

İnsan kendi hayatının dümenine geçmek istemiyor. İstiyor ki hep sığınsın, şifayı başkalarında arasın, cevapları başkaları versin. Halbuki içimizde öyle bir ses, öyle bir bilen var ki, sadece sessiz kalıp onu dinlemek ve güvenmek bütün sorunları çözüp, kendi doğrularımızı ve gerçekliğimizi keşfettiriyor bize.

Nedir bizi huzursuz yapan? Mutluluk, neşe ve keyifli bir hayattan alıkoyan? direncimiz… Her şeye, herkese karşı direncimiz. Ama en önemlisi kendimize karşı olan direncimiz. Bize yıllarca hayatın başarılı olmaktan, çok para kazanmaktan, her zaman dimdik ayakta durup mücadele etmekten, kendini sağlama almaktan, yılmadan ayağa kalkmaktan ibaret olduğu öğretildi. Kendini güvende hissetmek ve güven ihtiyacı için her şeyi göze almak öğretildi. Kimse demedi ki düşmek de güzeldir.

Düşme ile ilgili fotoğraf eklenecek…

Bazen hiçbir şey yapmamak da çok şey öğretir, belki daha çok şey kendine dair. Çünkü koşturmacanın içerisinde kaçırırız ruhumuzun derinliklerini, söylediği şarkıyı, bize olan şefkatini ve merhametini, sıcacık sevgisini. Farkındalığımızı yitirir cevapları dışarıda aramaya koyuluruz. Oysa ki huzursuz olduğumuz her an durmak ve içimize bakmak yeterlidir. Neden bu kalbimdeki sıkışıklık duygusu, midemdeki sancı, gözlerimden akan yaşlar? Neden diye sorduğumuzda ruhumuz başlar konuşmaya biz sessizce, yargısızca ve açıklıkla dinlemeye hazırsak. Bize hizmet etmeyen duyguları ve düşünceleri fark ederiz birden. Kendi gerçekliğimize nasıl direndiğimizi anlatır o. Güvende olduğumuzu, sistemin mükemmel zincirinin şifalı ellerinde olduğumuzu hatırlatır. Kaosun yalnızca zihnimizde olduğunu ve karanlığı ancak içimizdeki aydınlanma ile aydınlatacağımızı fısıldar.

Zihin ve kaosla ilgili fotoğraf eklenecek…

Bazen durmak, durabilmek, sakin kalıp bekleyebilmek en büyük mücadeledir. Mücadelenin sözlüklerde:
“1. Birbirlerine isteklerini kabul ettirmek için iki taraf arasında yapılan zorlu çalışma, savaş.
2 . Herhangi bir amaca erişmek, bir kuvvete karşı koyabilmek için bir kişi veya topluluğun güçlü, sürekli çabası, savaşım” olarak tanımlanmış. Oysa mücadele gerçekten bu mudur?

Hayatta mücadelenin bir sürü rengi ve kokusu varken 2 cümleye sığdırmak yeterli midir? Peki mücadele aslen dışarda mı verilir? İlk mücadelesi kendisiyle değil midir insanın? Kendi içinde; kendi duygularına, kendi düşüncelerine, kendi inançlarına, kendi alışkanlıklarına ve doğru sandığı yanılsamalara?

Kimse bize öğretmez kendimizle nasıl bir ilişki kuracağımızı, çünkü mücadele hep dışarıdadır. Görünendedir, tanımlanabilen, gözle görülebilen, elle tutulabilendir mücadele. Ve iki kişi gereklidir mücadele için. Oysa ki mücadeleler kazançlar getirdiği gibi, kayıplar da verdirir insana. Elde etmeye çalıştığımız her şey için kayıplar veririz. Ama çoğu zaman hiç farkında değilizdir verdiklerimizin. Kendi iç sesimizi duymadan, ruhumuzun ihtiyaçları için mi, nefsimizin istekleri için mi kurban verdiğimizi tanımlamadan neye karşılık ne verdiğimizi asla bilemeyiz. Mücadele bitince; bilanço çıkar; kaç ölü, kaç yaralı, kaç sağ var. Ve bu bilançoda elimizde ne var? Bu bilançonun sonuçları arkasında evrensel bir değer taşıyorsa o gün oradaki tüm ölüler şehit, tüm yaralılar gazi, tüm sağlar gururlu mutlu ve hürdür. Evrensel bir değer taşımayan (bireysel de mücadele versek) bir amacın sonuçları ise tüm ardında bıraktıklarıyla bir felakete dönüşmüştür.

Sevdiğimiz, uğruna mücadele verdiğimiz, kendimizi kaybedip merkeze koyduğumuz şeylere durup bir baktığımızda; kendimizin ne olduğu ve ne olmadığıyla ilgili inanılmaz ip uçları yakalarız. Aldığımız sonuçlar ruhumuzda bir huzur, canlılık ve neşe getiriyorsa doğru yoldayızdır; çünkü ruhumuz gerçek ihtiyaçlarımızı bize söyleyen tek dostumuzdur. Aldığımız sonuçlar anlık haz, geçici mutluluk getiriyorsa; daha ruhumuzun özgürleştiren dostluğuna erememiş olarak bedenimizin emrindeki köleliğimize devam etmekteyizdir.

İlahi nizam bizi asla başıboş bırakmaz, aldığımız tesirler, karşılaştığımız durumlar ve insanlarla bizi kendi içimize, köklerimize sürükler. Köklerimizse binlerce yıllık bir ortak bilincin eseridir ve bize gerçek olanı sunar. Bu oyunun içinde oynamak veya oyuna kendine kaptırmakla ilgili iki temel yol vardır. Birincisinde bir aktör/aktris edasıyla ve sahnenin son perdesinin olduğu bilinciyle oyunun keyfini çıkarır ve sondaki alkışın rolümüzü ne kadar benimser ve hakkını verirsek o kadar kuvvetli geleceğini bilerek oynarız.

Ve gerçekten de ne kadar iyi oynarsak, o kadar kuvvetli bir takdir vardır arkasında. Bu ruhumuzun bu dünyaya gelirken seçtiği rolleri kabullenmek ve o rolü keyifle oynamak gibidir. Takdir ise en içeriden gelir; köklerimizden ve dışarıdaki hiçbir takdire benzemez çünkü sonsuz kaynaktan gelir. Oysaki rolümüze kendimizi kaptırır, kendimizi rolümüzden soyutlamazsak alkolik birini oynarken gerçek bir alkoliğe, sakat birini oynarken gerçek bir sakata, kimsesiz birini oynarken gerçek bir kimsesize dönüşürüz.

Gerçek değişimse tüm bu rollerden bir bir sıyrıldığımızda, kozamızın gerçek dünya olmadığını fark ettiğimizde başlar. O zaman bir kelebek olabilir ve tüm zarafetimiz ve güzelliğimizle, taşıdığımız tüm renklerle bu dünyayı daha güzel hale getiren bütünün bir parçası olabiliriz. Uçmak bir mutluluktur o zaman, kanat çırpmak, güzel çiçek özlerinle buluşmak ve doğanın içinde doğa olarak dans etmek, işte kelebeğin dansı budur. Kendi dönüşümünü yapıp, içindeki güzelliğini dışarı da yansıtarak ait olduğu doğaya kavuşmak.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir